Sınıfın Diyalektiği

İlhan Acar                                                           Belit, aksiyom veya postula… bunların üçü de kanıtlanmasına gerek olmayan – gerçekte kanıtlanması mümkün olmayan – ama kendiliğinden açık ve anlaşılır olan; böyle olduğu içinde bir başka önerme için başlangıç noktası ve temel oluşturan önermeyi anlatıyor.

Toplumsal bilimlerde de sınıf kavramı böyle bir önermeyi anlatıyor; eğer belli bir konuda yapılacak bir toplumsal değerlendirme gerçekten bilimsel ve tarafsız olacaksa bunun başka türlü olmasına imkân yok. Toplumsal bilimin ABC’sini oluşturuyor, sınıfların var oluşunu öngörmek veya kabul etmek. Burada sınıf ile toplum bilimi olguları öylesine birbirine bağlı ve sınıf önermesi öylesine toplum için başlangıç ve temel bir önerme oluşturuyor ki, biri olmadan diğerinin düşünmek bile imkânsızlaşıyor.

Sınıfın diyalektiğinin ilk maddesi burada karşımıza çıkıyor: karşıtların birliği ve çelişkisi: işçi sınıfı ve sermaye. Birbirlerine tam zıt konumda, ama biri olmaksızın diğerinin olamayacağı ilginç bir bağlamda. Bire varsa diğeri var. Yoksa her ikisi de yok.

Bundan çıkan bir sonuçları da ekleyelim; 19. yüzyıl İngiltere’sinde işçilerin sömürülmesi öylesine yoğunlaştı ki, günlük çalışma saatleri, bir sonraki gün için işgücünün kendini yenilemesini imkânsız kılacak kadar uzadı. İşçiler giderek tükenmeye başladılar. Bunun üzerinde, “onlar yoksa bir de var olmayız” diyerek bizzat sermaye 10-saatlik işgünü yasasını çıkardı ve işçilerin ve dolaysıyla kendisinin hayatta kalmasını sağladı.

İkinci sonuç da şu; işçi sınıfı sermaye sınıfını onun üretim araçlarını elinden alarak yok ederse, sonuç olarak kendi kendinin varlık nedeni de ortadan kalkmış olacaktır – bu da sınıf ve sınıf ayrılığını tümden ortadan kaldıracaktır; bizatihi Marksizm’in vaat ettiği gibi.

Bu çok açık olduğu halde, sınıf ile ilgili sorun hala daha devam ediyor. Toplumsal olaylara eyyamcı yaklaşım biçimleri bu gerçeği kabul etmiyor ve bunun tümüyle ideolojik – onların bunu art niyetlilik anlamına kullanıyorlar – olduğunu ileri sürerek işin içinden çıkıyorlar.

Oysa eğer ideolojik değerlendirme olarak kastedilen Marksist bakış açısı ise, sınıf kavramının Marksizm ile çok yakın ilişkisi olmasına rağmen, bunun ilk kez ortaya atılışı ve kullanılışının K. Marks’tan çok öncesine gittiğini hemen belirtmek gerekiyor. Öyle ki Marks “ne sınıf kavramını bulup ortaya atmak, ne de sınıflar arası çelişkilerin varlığı tezini geliştirmek şerefi bana aittir” diyor.

Keşke öyle olsaydı; bundan ancak büyük bir onur duyardım yaklaşımını sergiler Marks. O sadece kendinden önce toplum bilimcilerinin geliştirdikleri bu yaklaşımdan hareketle, sözü edilen sınıflar arası çelişkinin tüm toplum tarihini belirleyen unsur olduğunu bulup çıkartmıştır.

Şimdi şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: sınıf dendiğinde felsefe akla geliyorsa, sınıf mücadelesi dendiğinde de akla Marksist Felsefe gelmelidir. Tabii, bu mücadelenin tüm toplum tarihini belirlemiş ve bundan sonra de belirleyecek olduğunu söylenebilir.

Bu önermeden yararlı bir sonucu çıkartma fırsatını kaçırmamak gerek: sınıf veya sınıfların mücadelesi değildir Marksist Felsefe, onun tarih boyunca olduğu gibi, bugün de geleceği şekillendirecek olan olgunun emek ve sermaye arasındaki mücadele olduğunu söyleyen bir öğretidir.

Zaman geçti ve artık hiç kimse ne sınıfların varlığını ne de farklı sınıflar arasında çelişki olduğu gerçeğini gizlemiyor denebilir. Ama bu yanıltıcıdır. Ama unutulmamalıdır ki, burada toplum bilimden söz ederken bir sosyolojik kavramdan söz etmiş oluruz; böyle olduğunda da zihnimizde bizzat içinde yaşadığımız ve her gün tanık olduğumuz toplumsal yaşantı aklımıza gelir; günlük yaşamda sokakta yürürken karşı karşıya geldiğimiz insanlara bakar ve eğer zihnimiz meşgul değil ve algı düzeyimiz normalse, karşılaştığımız bu insanları hemen sınıfsal aidiyeti ile değerlendiririz; bu yoksul, bu zengin, bu işçi, bu burjuva diye.

Ama felsefe alanında kalmak istersek, o zaman esas itibarı ile toplumsal bir kategori olan sınıf kavramını felsefeye yerleştirmemiz biraz güçleşir. Belki Marksist felsefe çerçevesinde sınıf kavramını canlandırmak daha kolay olabilir – ne de olsa kendinden önceki bütün diğer felsefelerde (çevresine bakıp olup bitenleri algılayarak ve her seferinde köprünün altından suyun akışının geriye dönüşü olmadığını algılayıp maddeci felsefenin temelini atan ilk çağ materyalistlerini bundan ayırmak gerek) gözlenmesi olanaksız nitelikte hayata dair ayakları yere basan içeriği nedeniyle.

Sözü edilen yaklaşımın, yani belli bir felsefe ekolü için temel önermenin felsefi düşünce için vazgeçilmez olduğu anlaşılmaktadır. Bir başka deyişle, Marksist Felsefe için sınıf önermesinde olduğu gibi, diğer felsefe ekolleri de doğada belli bir düzen, bir sistem veya bir evrensel yasa olduğu düşünülür. Gerçekte bütün felsefe ekolleri için ayırt edici olan bu özellik, aynı zamanda onları en genel çerçevede iki temel felsefe ekolü içinde yer almalarına yol açar. Felsefi düşüncenin bir kesiminde yer alanlar, dünya düzeninin doğaüstü olduğunu düşünürken, diğer kesimdekiler ise bu düzenin elle tutulur ve dünyevi olduğunu söylerler. Marksist Felsefe ikinci kesimde yer alan düşünce biçimidir.

Benzer biçimde, örneğin Descartes, felsefesini “düşünüyorum, o halde varım” temel önermesine dayar. Yine Spinoza, “başka bir şeyle tasarlanamayan bir şeyin kendisiyle tasarlanması gerekir” önermesinden yola çıkar. Yine de bu önermeler, özgün felsefe anlayışlarına ilişkin başlangıç noktaları oluşturuyor olması nedeniyle çok çarpıcı gelmeyebilir. Ama örneğin, “parçaların toplamı bütüne eşittir” deyişi, üzerinde tartışma götürmeyen bir önerme olduğunu daha çarpıcı bir biçimde ortaya koyar.

Başlangıç noktasını oluşturması bakımından Marksist Felsefe’ye karşı saldırılar da çoğunlukla tam bu noktadan yapılır. Bunun için sınıf kavramı ile bağlantılı bulanıklaştırma ve gözden düşürülme çabası yürütülür. Sınıflar arası kin ve nefret tohumları ekilir. Sermaye sınıfı, toplum içinde farklı sınıfların varlığının ve bu sınıflar arası çelişkinin tarihsel süreç içinde toplumsal değişim ve gelişmenin dinamiği olduğu gerçeğini gizlemeye çalışır. Zamanla ara sınıf ve tabakaların proleterleştiği ve zorunlu olarak en yoğun sömürüye tabi tutulan işçi sınıfı saflarına katıldığı gizlenmek istenir. Veri haliyle toplumun değişmeyeceği savlanır.

Burada Marksist Felsefe’nin bir başka önermesine değinmek gerekir: “toplumsal gelişmelerin ilerici niteliği”. Bu hem doğa, hem de insan toplumları için geçerli olan bir önermedir. Bir önerme olması itibarı ile ispatlanması zor olmasına rağmen, doğa bilimleri bu konuda önemli ipuçları sağlamakta gecikmemektedir.

Evrim yasaları doğada ve insan topluluklarında ortaya çıkan her yeni oluşumun bir öncekine kıyasla daha gelişmiş ve üstün özellikler sergiler olduğunu söyler. Evrim yasalarının işleyişi; örneğin, doğal seçilim sayesinde böyle bir sonuç doğurur: acımasız doğa koşulları, ancak güçlü olan türler ve bir tür içinde güçlü olan bireylerin yaşama şansı verir. Bu durumda bir sonraki nesil, bir öncekine göre her zaman için daha üstün özelliklere sahip olur. Öte yandan bireyin dış çevreye uyumu zamana bağlıdır; zamanla daha iyi uyum sağlayan bir bireyden bu özelliklerini alan ikinci bir bireyin doğada yaşama şansı, kendisinden ürediği bireyden daha fazladır.

Evrim yasaları ile ilgili böyle bir bakış açısı ile yapılan değerlendirme de, Marksist Felsefe’nin maddeci bakış açısı için de bir doğrulanması anlamına geliyor. Yaradılış felsefesinin tersine, insanın ilk ortaya çıkışının dünyanın çok uzun yıllar evrimi sürecinin bir aşamasında canlı hayatın başlaması ve yine çok uzan bir süreç sonunda insan soyunun ortaya çıkması da toplumsal ilerlemenin ilerici niteliğine kanıt oluşturuyor.

Doğada yaşanan evrimin ilerici niteliği, benzer yasalara tabi toplumsal dünya için de bütünüyle geçerlidir. Yine benzer nitelikte, bu gelişme ve ilerlemenin ileriye doğru hareketinizden hoşnut olmayanlar evrim yasalarına karşı çıktıkları gibi, toplumsal yasaların ileriye doğru ilerleyişine karşı çıkma çabası içindedir.

Toplumsal yasaların işleyişini özetleyen Marksist Felsefe’de sınıf dendiğinde işçi sınıfı akla gelir. Bu eksik bir algıdır. İşçi sınıfı yanı sıra, başta burjuva sınıfı olmak üzere, üretim sürecinde yer alış biçimi (kimi zaman da üretim araçları mülkiyet biçimi) ile belirlenen farklı sınıflar da vardır.

Sınıf kavramının bulanıklaştırılması ile bağlantılı en çok başvurulan yöntemlerin başında; bu yaklaşımın “ideolojik” ve bu nedenle de güdümlü olduğu suçlamasıdır.

Böyle bir suçlamanın sınıf kavramının yaygınlaştırılmasından rahatsız olan kesimlerden geldiğine bakarak onun bulanıklaştırılmasından yarar sağlayan karşıt sınıf ve sınıflardan geldiğine bakarak öznel, yani bir başka deyimle “karşıt ideoloji” ürünü olduğu açıktır.

Ama bunu bir kenara bırakarak, felsefe anlayışı, yani Marksist Felsefe açısından bakıldığında, sınıf kavramının bir önerme olarak kabul edildiğine göre, sınıfın bulanıklaştırılması çabalarının doğrudan Marksist Felsefeyi hedef aldığını ve bu felsefe karşıtlığı anlamına da gelmektedir. Bir başka deyişle, nasıl Descartes’in “düşünüyorum, o halde varım” önermesi göz ardı edildiğinde, onun felsefesinin de tümüyle dışlanacağı açıktır.

Burada çözüme ulaşmak için diyalektik yöntem bize bir çıkış yolu gösteriyor. İşçi ve sermaye sınıfları arasındaki ilişki, uzlaşmaz çelişki niteliğindedir. Uzlaşmaz çelişkiler barıştırılamaz sınıf çıkarları arasındaki mücadelede ortaya çıkar. Tarih boyunca bu tür çelişkiler gözlenmiş ve bu çelişkilerin çözümlenmesi sınıflar arasındaki çatışmalar ile çözümlenebilmiştir. Köleler ile köle sahipleri, serfler ile feodalite, işçiler ile sermaye arasındaki çelişkiler bu tür çelişkilerdir.

Bu çelişkilerin ortaya çıkışı, doğa bilimlerindeki evrim ile olduğu gibi, toplumsal ilerleme sonucu ortaya çıkar gelişir ve uzlaşmaz taraflar arasında kesin çözüme varacak çatışma ile sona erer ve bundan sonra yepyeni bir toplum biçimi ortaya çıkar.

Demek ki doğa ve toplum bilimlerinin ilerleyişi ve gelişmesi el ele yürüyor. Nasıl evrim kuramının örtbas edilmeye çalışılması, karşı çıkılması ve reddedilmesi evrim süreci üzerinde en ufak bir etki yaratmıyorsa, sınıf kavramının baskılanması ve göz ardı edilmeye çalışılmak istenmesi de sınıflar arası çelişkilerin giderek keskinleşmesi ve er yâda geç çözülmeye yol açacak olması süreci üzerinde hiç bir etki yapmayacaktır.