Emperyalizmin kılıcı: özgürlük

İlhan Acar
NATO’nun Yugoslavya’yı bombalaması sırasında yaptığı, tam da Amy Bartholomew ve Jennifer Breakspear’in Socialist Register’de (Cilt 40, 2004) yayınlanan Human Rights as Swords of Empire? içinde sözü edilen “militarist insancılık anlayışına tamı tamına uyuyor. Yani biraz daha düzgün ifade etmişler bu yazarlar başlıkta yer alan biçimiyle. Emperyalizmin küresel düzeyde askeri operasyonları için gösterilen bir kılıftan öte geçmiyor özgürlük, vs. kavramları.

Özgürlüğün bir tanımını yapmaya kalkışmak, gerçekte tekdüze bir indirgemecilikten öte gitmez; çünkü tüm insanın var oluşunu betimler gerçekte. Ama onun tarihsel süreçte gelişimini izlemek çok öğretici olabilir.

Demokrasi ve insan haklarının ilk ortaya çıktığı eski Yunan toplumları, insan canı, emeği ve hayallerini sömürmekte beis görmeyen köleliğe dayanıyordu; tüm eski Yunan medeniyeti, gerçekte bu kölelerin eseridir.

Belki de bu ikilem, Ortaçağda özgürlük kavramının kâbus ile eş anlamlı olmasına yol açtı. Feodal beylerin doyuramadığı köleler, karınlarını doyurmak için zengin Doğu ülke halklarını talan etmede özgürdüler. Kilise onları Doğu’daki bu zenginliklere el koymada özgür olduklarını ilan ediyordu. Başlangıçta azat edilmiş ve açlığa mahkûm edilen bu “özgür” köleler, daha sonra Asya, Afrika ve Amerika zengin halklarını köleleştirip kıyıma uğratırken zenginleştiler. Bu soygun zamanla derli toplu bir soygun ve talan düzenine dönüşünce de, bu sefer yüzünü kendi ana yurtlarına döndürdüler. Efendilerinin yerine geçmek için onların kölelerine özgürlük çağrısı yaptılar. Fransız Devrimi ile tüm tutsak edilmiş halklar kapitalist soygun ve talana kucak açacak biçimde “özgürleştirildiler”.

Bugün gelinen noktada aynı soygun ve talan küresel düzeyde yaygınlaştırılmak durumunda ve bunun için de bu sefer “özgür” ulusların (ki onlar bir zamanlar imparatorlukların boyundurukları altında idiler) özgürlük adına militarist insan hakları savunucular tarafından özgürleştirilme sürecine dahil ediliyorlar.

Buradaki başlık gerçekte bu hedefin güncel biçimi. Yani artık sıradan kullanımı ile aktarıyorum; bundan epey öncesinde sermaye, ürettiği araçlarla insanlarını özgürleştirmek (kasalarını doldurmak) için araç lastiğine gerek duyar ve hammadde temini için görevlendirilen Belçikalıların 10 milyon dolaylarında Kongolu insanı soykırıma uğratır gerçeğinden söz etmiyorum. Bunu ben burada dile getirsem boşuna. Belçikalıların, kelle avcılarının başındaki krallarını Ruva Batisör (ülkeyi imar eden kral) diye kutsadıklarına bakarak, hiç kimse benim bu kral hakkındaki söylediklerimi umursamaz. Ama daha yakın döneme bakalım: dün Kosova, Doğu Timor ve Haiti’de, bugün Irak ve Afganistan’da ve yarın İran ve belki Türkiye’de “özgürlük getiriyoruz ve getireceğiz" dediklerine göre, artık böylesi özgürlük anlayışından yaka silktiğimi söylemek istiyorum.

Bakmayın siz günümüzde özgürlük söylemlerinin ayyuka çıkmasına. Şimdi onunla her kapıyı açacaklarını düşünmeleri pek kolay olmadı gerçekte. Böylesi haince saldırıların kurnazca söylemlerle ört bas edilmesi süreci kolayına elde edilemedi. Özgürlük kavramının tüm insan haklarını kucaklayacak biçimde dertop edilip militarist humanitaryan proje içinde başköşeye yerleştirilmesi, ta 1970’li yıllara gider. Ama biz biraz daha gerilere, dönüşümü çarpıcı biçimde yansıtmak amacıyla, her iki uçta yer alan dönemlere gidelim.

Roosvelt’ten McCharty’ye

1935’te ekonomik ve sosyal sorunların temelinde piyasada aşırı büyümenin yattığını söylediğinde Başkan Roosevelt’in güç bela savuşturulan büyük bunalımı isabetle tanımlamakla kalmıyordu. Ama bu aynı zamanda izlenen yolu da göstermekteydi. Gerçekten cesur ve kararlı olmak gerekti. Bu sistem bir zamanlar 10 saat çalışma yasasını da getirmişti; tam da emeğin sömürülmekten neredeyse tümüyle yitip gitme aşamasına geldiği bir anda - insanların 24 saat makinelerin başında tüketildiği, fabrikalarda yatıp kalktığı kapitalizmin ilk dönemlerinde. Tümüyle başıboş-mutlak özgür bırakılan piyasa insanları uçuruma sürüklemekteydi. Çok küçük bir azınlık zenginleşirken, geniş kitleler çaresizliğin pençesine düşürülmüştü. Sözü edilen yasa işe yaramış, ama biteviye ekonomik bunalımdan kurtuluş mümkün olmamıştı. Sonunda büyük bunalım dönemi geldiğinde, insanların oluşturulan yardım noktalarında ancak bir günlük öğün ile yetinmek zorunda bırakılırken gıda ürünleri tarlalarda çürüyor, yada toplananlar kimse satın alamadığı için denize boca ediliyordu. Buna son vermek, sosyal adaletin tesisini sağlamak kaçınılmazdı. (D. Harvey, Yeni-özgürlükçülük, Oxford Press, s. 183).

J. M. Keynes (1883-1946), özgür piyasanın dizginlenmesi ve sosyal devlet uygulamaları ile ilgili ekonomik modelin ana hatlarını ortaya koydu. “Kimi zaman özel sektör hatalı karar verebilir” diyordu. Yaşanan son bunalımda olduğu gibi, içinden çıkılmaz bir hal alan ekonominin para politikaları ve bütçe konusunda merkez bankası ve hükümet ile birlikte kamu sektörü ekonomiyi ayağa kaldıracak müdahaleleri gerçekleştirmeliydi. ABD başkanının beklentileri doğrultusunda Keynes, 1936’da yayınlanan eserinde özel sektörü de içine almakla birlikte, hükümet ve kamu sektörüne müdahaleci rol veren karma ekonomi modeli önermekteydi.

Keynes’çi ekonomik politika, bütün bir büyük bunalım sonrası, savaş dönemi ve savaş sonrası dönem buyunca 1970’li yılların başlarına kadar izlenecekti. Özellikle 2. paylaşım savaşı döneminde Avrupa’nın onarılması, ekonomide yaratılan canlanma ile birlikte karma ekonomi anlayışı doğrultusunda kamunun sağlık, eğitim ve hizmetler sektöründe cömertçe yer alması ile sağlanan refah toplumu çok parlak bir başarıyı sergilemekteydi. Özgür piyasa dizginlenmiş, kaynak israfı önlenmiş, kamu sektörü ölçek ekonomisi ve planlı yatırımlar sayesinde ekonomide sağlanan parlak gelişme yanı sıra, insanlarına özgürlüklerini doya doya yaşayacak bir refah sağlamıştı.

Ama bir avuç sermaye için durum hiç de parlak sayılmazdı. Sermaye için kesintisiz bir süreç olan kâr oranlarının azalma eğilimi 70’li yıllara gelindiğinde dayanılmaz bir hal almıştı.

ABD sanayi odaları başkanı Power, ilgili çevrelere gönderdiği gizli notlarla özel sektör adına mücadele çağrısını açacaktı. “Mücadele için, güç kazanmak gerek, bunun için de bir araya gelmeliyiz” diyordu. Uzun vadeli ve enine boyuna hazırlanmış planlar yapmalıyız diyordu. Mali güçlerimizi bu işe hasretmeliyiz diyordu. Planı gerçekte basitti: kamuoyunu oluşturan kurumları hedef alacaklardı: başta üniversiteler, okullar, medya, yazılı basın, hukuk sistemi. Bireylerin şirket, hukuk ve kültür gibi, bir toplumu betimleyen temel olgular hakkındaki görüşlerinin değiştirilmesi öneriliyordu.

Gerçekten de örgütlenmeyi başardılar. Oda üye sayısı 60 binden on yıl içinde 250 bine çıktı. Ülke gayrı safı hâsılasının yarısını oluşturan şirketler tek bir çatı altında toplandı. Yoğun lobi faaliyetleri, araştırmalar, tanıtımlar için muazzam kaynaklar ayrıldı. Bir yıl içinde faaliyetleri fonlamak için 1970’li yıllar için muazzam bir miktar olan 900 milyon dolar para toplandı. Çok sayıda sivil ve yarı resmi kuruluş oluşturuldu. Genç nesil arasında özgürlük düşüncesinin yaygınlaştırılması için her çaba gösterildi.

Rosenbergler cadı avının kurbanı

Hakim sınıf halkın bunalım dönemlerinde koşullandırılmasının daha rahat olacağını bilir ve gerçekte bu tür yargılama süreçlerini kamuoyunu yönlendirmek için kullanırlar. Bunun için çok da fazla çaba gerekmiyordu. 2. paylaşım savaşı sonrasında Sovyetlerin etki alanını genişleterek bir sosyalist sistem oluşturarak eskisinden çok daha güçlü hale gelmesi onlar için kâbus olmuştu. Bunun için 2. paylaşım savaşı sonrası derhal saldırıya geçmişlerdi. Bunu da insanların korku ve dehşet salacak biçimde geliştirecekleri cadı avı senaryoları ile gerçekleştireceklerdi. “Özgür” ülkede "Demirperde” ülkelerine karşı komünizmi önleme dernekleri aracılığı ile yaygın bir kampanya başlattılar.

İlk adım Rosenbergler davası ile atılmıştı. Karı koca Ethel ve Julius Rosenberg, 19 Temmuz 1953’te idam edildi. Herkes onları vatan haini sanıyordu. Oysa iddianame sadece “tasarlama” suçlamasından söz ediyordu. Yani suç delili elde edilmesi imkânsız bir suçlamaydı. Cadı avı ile izlenen yöntem de tıpkı bunun gibiydi. Tutsak edilmiş kamuoyu vicdanı ile yapılan acımasız suçlama, yargı ve infazdı söz konusu olan. Ortaçağdan yakın zamana kadar geleneği bu güne kadar uzanan ve sürdürülen Hıristiyan insanlık-dışılık.

Rosenbergler davası, bir insanlık dramı olmanın yanı sıra, esas olarak soğuk savaşın başlatılması için ilk adımı oluşturmaktaydı. Komünizm adına casusluk iddiaları bir anda toplumu hakim sınıfların avucu içine almıştı. Kısa sürede ABD’de anti-komünizmin paranoya biçimini alacaktı. Tıpkı kadınların cadı olduğuna ilişkin ileri sunulan kanıtlar ile olduğu gibi. Halk için bu tür kanıtlar tümüyle “kusursuz” nitelik taşımaktaydı. Çünkü Kilise, yüzyıllardan bu yana yoksul ve sefil köylüleri efsaneler, mitler, doğaüstü yaratıklar, vs. ile oyalamıştı. Öyle ki, cadılık halkın gözünde çok nesnel, elle tutulabilir bir gerçeklikti. Olağanüstü işkence yöntemleri ile cadı ilan edilen kadınlara bu itiraf bile ettirilirdi! Çünkü itiraf etmeyenlerin başları taşla ezilerek infaz edilirdi.

Suçsuz Rosenbergler’i elektrikli sandalyeye götüren anlayıştan esinlenerek hazırlanan McCarran Yasası ile ABD’de çeşitli komünist örgütlere üye yaklaşık 500,000 insan, bir gecede “Sovyet casusu” haline gelecekti. Çıkartılan yasada, bu tür örgütlerin Sovyetler Birliği hesabına çalıştıkları belirtilmekteydi. Bu insanlar işlerinden oldular, uzun yıllar hapislerde tutuldular, Sovyet Casusu ile suçlandılar, vs.



Komünistler temizlendikten sonra, sıra insan hakları ve özgürlükleri savunan dernek ve kuruluşlara geldi. Yoksullara, azınlıklara, sıradan vatandaşlara, işsizlere ve yaşlı ve özürlülere yardım amacı ile kurulan bütün örgütler dağıtıldı. McCarran Yasası, komünistlere yapacağını yaptıktan ve geri kalanlara bir daha unutmayacakları dersini verdikten sonra, güya anayasaya aykırı görülerek iptal edildi ise de, komünist ve ilerici güçler hakkında oluşturulan ön yargı, o günden bu yana hükmünü sürdürüyor ve ABD’de bu tür insanlar hala “marjinal” olarak kabul ediliyor.

ABD topraklarında “Özgür” ülkenin savunması için esin kaynağı olan son gerçek cadı avı 1792 yılında düzenlenmişti. Yargılanan 150 kişiden 5 kişi, tutuklu iken hayatını yitirdi. 14’ü kadın 19 kişi cadı ilan edildi ve asıldı. Biri aman dilemediği için taşla ezilerek öldürüldü.

Şimdi, ABD Sanayi Odası öncülüğünde başlatılan ve cadı avının son versiyonu olan operasyon sonucunda, 1980’li yılların başlarına gelindiğine, artık düşünce toplulukları, kendi sivil toplumları, insan hakları ve yardım kuruluşları ile mücehhez bir topyekün harekât halini almıştı. ABD’de Reagan ve İngiltere’de Thatcher’in işbasına geçmesi ile birlikte bu harekâta start verilmiş oldu.

Bu anlayıştan hareket eden yeni-özgürlükçülük (neo-liberalizm), tarih sahnesine çıktığı ilk günden itibaren insanlara o güne kadar toplumsal yaşamları içinde sarıldığı, bağlandığı ve kendini adadığı idealler adına her şeyi dışlamakla işe başladı. Bunun için "özgürlük" ve "birey" kavramlarını sonuna kadar kullandı. Çünkü artık tüm kaynaklar, o güne kadar insanların bir arada topluluk olarak yaşamalarını sağlayan sözde "refah toplumuna" ait değerlerin tümü, bu değerlere sırtını çeviren ve sadece kar ve daha fazla kar amacını güden piyasanın emrine verilmeliydi.

Topluma ait ve kar amacı gütmeyen hiç bir şey kalmamalıydı. Çünkü kapitalizm, çırpınış içindeydi. Zenginleşme başarılıyordu. Ama yoksullaşma pahasına. O güne kadar toplumsal ve sermaye için dokunulmaz olan ne varsa yok edilmeli, sermaye kar amacıyla bu alanlara girmeliydi.

Ama modeli geliştirenler, insanlara bunu bir anda benimsetmenin zor olduğunun farkındaydı. O zaman toplumun antitezi olan bireyi öne çıkarmaları gerekiyordu. Sorun birey olduğunda da, onun en vazgeçilmez bileşeni olarak bireysel özgürlük üzerinde durulmalıydı. Bireyin tüm özellikleri, onun kimliğini bileşenleri öne çıkartılmalıydı.

Şili’de ne oldu?

Yeni özgürlükçülük, üzerinde enine boyuna çalışılmış bir model olmadı. Esas olarak kapitalist piyasada tam ve sınırsız özgürlük demek olan basit bir ilkeye dayanıyordu her şey. Sonrasında bildik yöntemler. Kapitalizm için her şey işe yarar olmalıydı. İşe yarar olan her şey doğruydu. Önlerinde ve böylesi bir faydacı anlayışa uygun bir model de vardı. Bu model, ABD'li strateji uzmanları için oldukça tanıdık bir ülke olan Şili'de geliştirilmiş bulunuyordu. Bu modelin demokratik bir seçim ile iktidara gelmiş Allende yönetiminin kanlı bir darbe ile devrilmesi ve on binlerce insanın stadyumlara doldurulup katledildiği dikta rejimine özgü olduğunu umursanmadı. Şimdi bütün dünya böyle bir rejime uygun yeni-özgürlükçülük ile yönetiliyor.

Şili ve Arjantin gibi ülkelerde bu yeni özgürlükçülük her zaman şaşmaz bir hassasiyetle askeri darbe aracılığı ile yapılırdı. Ama iş ABD ve İngiltere’ye geldiğinde, biraz daha etraflıca plan yapmak gerekiyordu. İnsanlara bütün bu dönüşümlerin özgürlük vaadi ile sunulması ve bu doğrultuda kamuoyu oluşturulması yeterliydi. Kamusal hizmetlerin devlet aracılığı ile yürütülmesinin artık komünist ülkelerde olduğu gibi, devleti özgürlükleri kısıtlayıcı ve dayanılmaz bir baskı unsuru haline getirdiği söylenmekteydi. Sanki askeri ve polisi ile bütün bu devlet mekanizması bir avuç azınlığın güdümünde değilmiş gibi. Bu yutturmacanın örneğin İngiltere’de Thatcher’in kömür madencilerine karşısına asker ve polis güçlerini diktiğinde ise söylenen “başka alternatif yok” olmaktaydı.

Şili’de seçim ile işbaşına gelen Allende rejimi ABD dışişleri bakanı H. Kissinger ve CIA marifeti ile devrilir ve yönetime başında diktatör Pinochet olan askeri cunta getirilir. Bundan sonra Şili’de Allende rejiminin gerçekleştirdiği bütün toplumsal hareketler ve siyasi oluşumlar ortadan kaldırılır, halkın katılımı ile faaliyet gösteren, örneğin bölge sağlık merkezleri ve yoksul halk komiteleri, vs. yok edilir ve işgücü piyasası sendikal örgütler gibi her türlü düzenleyici oluşumlardan “özgürleştirilir”.

Ama sonrasında Şili’de ekonominin nasıl düze çıkartılacağı üzerinde kafa yorulacaktır. Allende öncesinde ülkeye benimsetilen “ithal ikamesi” modeli özellikle Şili için felaket olmuştur. Allende devrildikten sonra bu ülkede sorumluluğu üstlenen ABD, üstelik dünyada ciddi bir durgunluğun baş gösterdiği bir dönemde yeni dikta rejimini yerleştirmek için ekonomiyi toparlamak zorundadır.

O sırada özgürlükçülük görüşleri ile tanınan M. Friedman, ABD Chicago Üniversitesi’nde ders vermektedir. Bu üniversitede, kendilerine daha sonra “Chicago Çocukları” adı verilecek bir grup Friedman öğrencilerinden Şili’de ekonominin düze çıkartılması için katkı yapması istenir.

Bu görev için Chicago Üniversitesi’nin seçilmesi boşuna değildir. Burada Soğuk Savaş programı kapsamında 1950’den bu yana özel bir çalışma yürütülmektedir. Bu çalışmada Latin Amerika’da olası sol eğilimlere karşı durmak üzere Şili’den gelen ekonomi öğrencilerine ABD bursu ile eğitim verilmektedir. Bu öğrenciler, daha sonra ülkelerine dönmektedir.

Pinochet iktidara geldiğinde onları göreve çağırır ve IMF ile ülke ekonomisi sorumluluğunu paylaşması istenir. Onlar da IMF direktifleri doğrultusuna ve Soğuk Savaş yanlısı öğretiler ışığında, ülkedeki devletleştirme sürecini geri çevirirler, tüm ulusal kaynakları özel sektöre peşkeş çekerler, sosyal güvenliği özelleştirirler, doğrudan yabancı yatırımcıya kapıları ardına kadar açarlar ve ithalatı serbestleştirirler. İthal ikamesinin yerine ihracata dayalı büyüme benimsenir. Bir tek bakır bunun dışında tutulur; çünkü bu orada devletin tek güvencesi olacaktır. İşte yeni özgürlükçülük model ana hatları ortaya çıkmış durumdadır. Diktatör Pinochet'in ekonomistleri, dünyaya örnek olacak modeli bu şekilde yaratırlar.

Şili’den ihracata dayalı büyümeyi esas alan model, 10 yıl sonra iflas eder. 1982 yılında Şili’nin borcu 17,2 milyar dolara çıkar. Bu o dönem kişi başına borçluluk bakımından bir rekordur.

Yine de Chicago Çocukları’nın ortaya koyduğu model benimsenir ve bazı uyarlamalar ile o günden bu yana başta İngiltere ve ABD olmak üzere giderek yeni-özgürlükçülük adı altında tüm dünyayı kapsayan bir uygulama alanı bulur.

İsveç’te ne oldu?

Belki de yeryüzünde hiç bir ülke İsveç kadar 1970’lı yılların “demokratik” yeni-özgürlükçü dönüşümü doğrultusunda sermayenin doğrudan müdahalesinin etkisi altında kalmadı. O yıllarda hala daha ülkeyi 1930’lardan bu yana yönetmekte olan sosyal demokratlar iktidardaydılar. Ülkede sınıf dengesi ücretlerinden her türlü sosyal haklara kadar sermayedarlarla doğrudan görüşme yapan güçlü bir sendikal sistemin varlığı ile sağlanmaktaydı. İsveç refah devleti, kademeli vergilendirme, gelir eşitsizliği ve yoksulluğun azaltılması ve oldukça kapsamlı refah devleti uygulamaları ile kademeli vergilendirme sisteminin yoğun bir biçimde uygulandığı bir bakıma bölüşüm sosyalizmi rejimi uygulanmaktaydı. Öte yandan, az sayıda da olsa, ülkede güçlü bir kapitalist sınıf vardı.

Her şeye karşın ülkede özellikle üretim alanında kapitalist sistemin işleyişi korunmuştu. Refah devletine özgü ulaşım ve kamu hizmetleri dışında ülkede üretim güçlerinde belirgin bir özelleştirme yoktu. Ne var ki 1968’in coşkulu hareketleri İsveç’i de saracak ve geniş kesimler, kapitalist sistem hilafına daha yaygın sosyalleşme taleplerini dile getirmeye başlayacaktı. Yükselen dalganın etkisi ile, ülkede yüzde 20 kurumsal vergi konması, sermayedarların harekete geçmesi ne yol açtı. Bu gelişmeyi ülkede özel mülkiyetin tasfiyesi ve yerine işçi temsilcileri öncülüğünde bir tür kolektif mülkiyet anlayışının yerleştirilmesi girişimi olarak gördüler. Bu durum, ülkede sermaye sınıfının tasfiyesi için başlangıç olabilirdi.

Bundan sonra ülkede yaşanan gelişmeler, İsveç Modeli’nin hazin sonunu getirdi. Kendini kuşatılmış gören sermaye, uluslararası sermaye ile işbirliği içinde aşama aşama ülkede yeni-özgürlükçülüğü tesis etme için kolları sıvadı.

Tam 46 yıl sonra sermaye partileri yönetime geldi. 1983’de patronlar, işçilerle sözleşme yapmayı reddettiler. Uluslararası sermaye ile ülkede modeli oluşturan tüm kurumlara saldırıya geçtiler. Nobel Ödülü kurumunu ele geçirdiler. Ülkede özgürlükçülük düşünceyi yerleştirmek için var gücü ile çaba gösterdiler. ABD’de olduğu gibi, ülkenin dört bir tarafında sermaye destekli düşünce kuruluşları türedi. Bunlar, ülkedeki durgunluğun refah ekonomisinden kaynaklandığı propagandasını yapmaya başladılar.

Ülkede yeni-özgürlükçü uygulama, her yerde olduğundan daha sancılı gerçekleşti. 1991 yılına gelindiğinde artık sendikalar da ele geçirilmişti. Durgunluğun aşılması, yatırımların canlandırılması için sendikalara işçi ücretlerini düşürme telkin edildi ve benimsetildi. Ülkede yaygın bir özelleştirme kampanyası başlatıldı. Bankacılık sistemi her türlü denetimden arındırıldı. Tarih boyunca muhafazakâr çevrelerin elinde olan merkez bankası işsizliğin hızla artışı ve geliş eşitsizliğinin iyice çarpıtılması pahasına yabancı sermayeyi çekmek için bizde olduğu gibi kamu maliyesini tümüyle uluslararası sermayeye peşkeş çekti.

Bugüne gelindiğinde, efsane İsveç uzlaşmacılığı ve refah devletinden eser yok. Yeni-özgürlükçülüğe geçiş ile birlikte ülkede işsizlik had safhaya ulaştı. 2004 yılında bile işsizlik oranı sadece yüzde 4 iken, bugün Avrupa ortalamasını yakaladı ve yüzde 10’lara yaklaştı. İsveç İsveç olmaktan tümüyle çıktı.

Şimdi ülkede ağır ekonomik kriz altında seçimler yapılıyor (Cumhuriyet, 18 Nisan 2010). Şimdiki iktidarın 4 yılı boyunca ülke tam bir felaket yaşadı. Binlerce fabrika ve işleri kapandı; yüz binlerce çalışan işini kaybetti. Öyle ki, sadece 2009 yılı içinde işsizlik yüzde 70 artış gösterdi. Artık İsveç’te bilinen mantıkla izlenen işsizlik düzeyi tüm Avrupa’da olduğu gibi yüzde 10 mertebesine ulaşmış durumda.

Günümüzde Özgürlük Nasıl Bir Şey?

Özgürlük dendiğinde, akla ne gelir? Bunun “bireyin özgürlüğü” ile sınırlamak mümkün değil. Yeni-özgürlükçülüğün getirdiği özgürlük, sermaye sahiplerine çalışanları gözünü kırpmadan kapının önüne koyma özgürlüğünün ötesinde pek bir şey getirmiş sayılmaz. Böyle olduğunda da, işini kaybeden milyonlar için artık özgürlüğün hiçbir anlamı kalmamıştır.

Dahası, yeni-özgürlükçülük, tüm çalışanlara bir gün kapıya konma korkusu salmakla onlara da çok tutku ile sarıldıkları “bireysel özgürlükleri” doya doya yaşama özgürlüğünü ellerinden almıştır.

Bütün bunlar çalışanlar için tutsaklık anlamını taşırken, sermaye için tam bir serbest piyasa özgürlüğü anlamına gelmektedir. Üstelik sermaye bunu “bileğinin hakkı ile elde etmiştir ve bizler hiç de bunu itiraf etmek istemesek de, onlar sonuna kadar özgür, hiçbir müdahale veya düzenleme öngörmeyen, dünyanın tüm doğal kaynakları ayaklarının dibine serilmiş olduğu bir yeni-özgürlükçülük dünyada bu özgürlükleri yaşıyor.

Bize de, artık “tükenmiş” bir gezegende yeni bir gezegen arayışı özgürlüğü kalıyor.

Bileğinin hakkı ile elde edilmiş özgürlük sözü yabana atılmamalı. Daha 1968’li yıllarda gençliğin gurusu bunu şöyle yorumluyor: “Eleştirel düşünce, kendi fikirlerinin hedefi olarak bir belirli toplumla karşı karşıya kalınca, tarihsel bilinç biçimine girer” (H. Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, S. 144).

Burada “eleştiri” unsuru tarihsel süreç gibi bildik bir kavram ile bir araya getirilir. Bu çağdaş sorunlara kafasını yoranlar için aşikâr bir mantık oyunudur. Oyun şöyle sürdürülür: “Komünist Manifesto bunun klasik bir örneğidir…”.

68’li yıllarda özgürlük manifestosunun bayrağı olmuştur Komünist Manifesto. Rahatça yakalamak mümkündür duyarlılığı Manifesto ile.

Entrikayı sürdürülür: “Burjuvazi ve proletarya terimlerinin her biri karşıt tümleçleri elinde tutarlar…”

Burası açılış monologudur; artık hedefe atış için sadece bir kaç hamle kalmıştır: Burjuvazi teknik gelişimin, ÖZGÜRLÜĞÜN, doğanın fethinin, toplumsal servet yaratmanın ve bu tür başarıların ters anlamlarının, çöküşlerin öznesidir. Aynı biçimde, proletarya MUTLAK BASKI ve baskının mutlak yenilişi ile ilgili tümleçleri kapsar.”

İşte yeni-özgürlükçülük anlayışının bir tarafta özgürlük ve diğer tarafta mutlak baskı anlayışı. Yani bu söylenenler çok özenli formüle edilmiştir. İç içe örgülü çarpıtılmış mantık önermeleri bir araya getirilerek bir tarafta burjuvazi özgürlüğü, diğer tarafta mutlak baskı kavramları, burjuva ve proletarya tümleçlerine özdeşleştirilir.

Oysa cımbızlama öncesi anlatılan şudur: “bütün sınıflı toplumlarda zorunlu nitelikte olduğu gibi, nasıl burjuva iktidarı bir burjuva diktatoryası ise proletarya iktidarı da kaçınılmaz olarak bir proletarya diktatoryası olmaz zorundadır.

Ama bu kadarı ile kalınmaz: “Oysa komünizm, sınıfsız toplumdur ve dolaysı ile, proletarya diktatoryasına gerek kalmayacaktır”. Gerçekte de proletarya diktatoryası, sadece ve sadece henüz tasfiye edilmemiş burjuvaziden kaynaklanan tehlikeye karşı ve bu tehdidin ölçüsü doğrultusunda olacak ve bu tehdit ortadan kalktığında da devletin varlığı anlamsız kalacak ve giderek çözülecektir.

Kuşkusuz sadece kelime oyunları yetmez. Stalin söylemi bunu tamamlayıcı unsurdur: Artık bu baskı, kendini Stalin’in diline ve Stalin sonrası dile dönüşmesinde gösterir.” Bundan sonra 68 gençliğinin karşı karşıya olduğu tercih çok açıktır: “Ya özgürlüğü seçecek, ya da Stalinist söylemde ısrar etmeyi sürdürecektir.