Post-modernizm ve Burjuvazi

İlhan Acar

İnsan aklı hala daha neredeyse bütün bir geçen asır boyunca insanlığın açlık, yoksunluk, vs. gibi geleneksel ama artık çözümlenemediği gün gibi aşikâr geleneksel sorunlarla mı uğraşmalıdır, yoksa bunların çözümsüzlüğünü kabul etme cesaretini mi göstermelidir?

Yoksa insanın temel sorunu dışlanmak, yalnızlık, ötekileştirilme, ezeli bir gerçeklik niteliğinde dengesizlik ve hayal kırıklığı, kırılganlıklar, büyük bir evren içinde duyduğu küçümseme, bitip tükenmeyen aşağılanma, eziklik ve yok olmaktan ibaret mi?

Post-modernizm, insanlığın sorununa toplumsal değil, bireysel yaklaşımı öne çıkartan sapkın bir ideoloji. Sapkınlığı olumsuzlamadan kaynaklanır. Toplumsal olayları kişileştirmede, bu olayları kişilerde son bulduğu varsayımından kalkarak yalnızlık, eziklik ve giderek yok olma sürecine yansıtması ile kendini gösteren bir burjuva ideolojisidir söz konusu olan.

Burjuvazinin çözülme sürecine girdiği 60’lı yılların sonundan başlayarak günümüze kadar hala daha burjuva ideolojilerine hizmet amacıyla ayakta kalmasını bilen bir ideolojidir post-modernizm. Belki de bu güne kadar sapık bir ideoloji olmasına karşın ayakta kalabilmesi genel olarak burjuvazinin iyice yoldan çıkması ile bağlantılıdır. Böylece her ikisi de kader birliği yapmış olmaktadır.

Çünkü kapitalizmin kabul edilebilir ilişkiler esasında ayakta kalması olası değil. Ne insan değerlerini, olumluyu, iyiliği, iyimserliği öne çıkartan modernizm ve ne de gerçekliğe vurgu yapan ve gerçeklerden korkmamayı öğreten realizm bugünün sağlıksız ve sapkın ilişkiler ağı içinde ayakta kalabilirdi. Ve nitekim de öyle oldu. Ama post-modernizm bunu yapabilmiştir. Yoksulluğun en yoğun biçimi olan açlık ve açlıktan kırılan Afrika'nın yoksul halklarının varlığı, ne de Irak'ta soykırıma tabi tutulan, Afganistan'da kırıma uğratılan, Ruanda'da, Darfur'da ve daha gündeme gelmemiş, ama acılarla dolu olan dünyanın dört bir yanındaki dramları insanlık projesine dahil etmek mümkün olabilirdi.

Post-modernizm, katliam ve soykırımı içinde barındırabildiği ölçüde belki gelecekte de ayakta kalmaya devam edecektir. Çünkü post-modernizm, insan dramına duyarsızlık felsefesidir.

Post-modernizm, evrensel özellikleri içinde barındırdığını (!) ileri süren burjuvaziyi dünya sahnesine çıkışına yol açan modernizme tepki olarak ortaya çıkıyor.

Modernizm, birey ve toplum ilişkilerini ele alıyor ve bireyin karakter oluşumunda toplumun etkilerini vurgulayarak bireyin kurtuluşuna olumlu bir katkı sağlayacak sorunları dile getiriyordu.

Oysa post-modernizm, bireyi odak noktası alıyor gibi görünmesine karşın, onun dış dünya ile olan ilişkilerini kopartıyor, onu tümüyle yalnızlaştırarak ve onu acıları ile baş başa bırakarak yok olmaya ve böylelikle kapitaliste tümüyle bağımlı olmaya itiyor.

Bunu yaparken, bireye özgü acıları, yoksunlukları, yalnızlıkları ve hatta yitimi yüceltiyor. İnsanları acıları ile baş başa, ama aynı zamanda mutlu kılıyor. Öyle ki, insanı toplumun bir bireyi olarak değil, ama kendi kendine bir mazosişt olarak tanımlıyor ve kutsuyor. İnsan, acıları ile hoşnut, mutsuzlukları ile mutlu oluyor.

Bireyi tümüyle toplumdan soyutlayarak onu acıları ile baş başa bırakan post-modernizmin kapitalizmin giderek baş-aşağı gittiği günümüzde köşe bucak insanların önüne dikilmesi boşuna değil. Çünkü artık kapitalizm, Komünist Manifesto içinde belirtildiği gibi, artık bütün çıplaklığı ile insanlık ile yüzleşir hale gelmektedir:

“…burjuvazi insanlar arasında para ile tanımlanan kişisel çıkar dışında her türlü ilişki biçimini ortadan kaldırdı. Dini inancın uhrevi tutkularını, kaba-saba duygusallığın şövalyelik ruhunu çıkarcı egoizmin buzlu sularında boğdu ve kişisel değerleri bir değişim değerine dönüştürdü....”

Bütün bu eski değerlerin yerine konan çıkara dayalı değerleri post-modern toplumun temeli haline getirdi.

Bireyin çıkarları tüm değerlerin odağı haline gelince de, modernizmin evrenselliği karlı dağların ardında kaldı. Post-modernizm, evrensellik yerine bilimde kuşkuculuğu koydu. Ama bu insanın algı gücünü ve yeteneğini ya da onun doğruları aramaya yönelik niyetini sorgulamaya yönelik felsefi kuşkuculuktan farklı, bireysel egoizmi öne çıkartan bir eylem olarak ortaya çıktı; böylelikle bireyi doğruların odağına yerleştirerek onu kendi kendisi ile tatmin olmaya yöneltme amacını taşıyordu.

Artık tüm algı, karşılığında benim ne çıkarım var arayışına yönelik, çıkar dışındaki değerlere inançsızlık üzerine yoğunlaştı. Özgün, ilerici ve gerçek gibi değer yargıları bu bakış açısı ile artık türev niteliğinde önemsiz, çağ dışı ve hayal ürünü olarak değerlendirildi.

Post-modernizm, kapitalizmin ilk ortaya çıkışı ile ufukta kendini belli eden, giderek günümüzde somut bir gerçeklik haline dönüşen tüm değerlerin parasal karşılıklara dönüştürüldüğü kapitalizmin en son aşamasına özgü bir anlayış olarak gündeme oturmuş bulunuyor.

Post-modernizm, 2. dünya savaşı kapitalizmin genişleme dönemine girişi ile kendini gösterdi. 40 milyonun üzerinde insanın ölümü, milyonlarcasının bakıma muhtaç hale gelmesi ile sonuçlanan savaşın yaralarının bir ölçüde sarılırken, bu muazzam barbarlığın tersine kapitalizm için yeni umutları yeşerttiği ortaya çıktı. Sanki eskiyen ve yıpranan değerleri yenilemek için insanlığın uçurumun eşiğine getirilmesi gerekiyordu.

Ama ne yazık ki, savaşın yıkıntıları arasından kapitalizmin yeniden yeşermesi, onun eninde sonunda tarih sahnesinden silineceğini inanalar için bir hayal kırıklığı olmuştu. Bunun radikal düşüncenin kapitalizm karşısında yenilgisi olarak algılayanların bir kısmı, daha da ileri giderek onun moral ve maddi olarak yeniden inşasına katılmaktan çekinmediler.

Post-modernizmin maddi koşulları, yıkıntılar arasında umudunu yitirmiş insanların arayış içine girmesi ile oluşmuştu. Ama onun ideolojik çerçevesini bütünleştirmesi için biraz daha beklemek gerekecekti. Üstelik bu hayal kırıklığı içindeki radikal kesim aracılığı ile ve Marksist kurama ilişkin çeşitli unsurlarla bir araya getirip evrenselleştirme gayreti içinde gerçekleştirilecekti.