Determinist Feminizm Üzerine Söyleşi

Aydın Artunç

Bu bir kitap eleştirisi falan değil.
Bir okuma ile ilişkili bazı değinmeler sadece.
Bunu ilk kez yapıyorum; tıpkı Hikmet'in bana yaptığı gibi, "bal gibi olur" deyişiyle.
Sanatı sadece kurgu ile bağlantılı düşünebildiğim için.
Bunun dışında renkler, sesler pek anlamlı gelmiyor bana.
Aynen, müzikte çok seslilik anlamında; bu da bir kurgu bence.
Anlatı diye tutturdu, bal gibi olur dediği şey.

“Söyledim ve ruhumu kurtardım" anlamında Latince tekerlemeye benzer biçimde, “ben yapacağımı yaptım” gibisinden bir not düşmüştüm de, kimi arkadaşlar bana serzenişte bulundular; bunu eleştiri anlamında alarak. Bana kalırsa bu daha çok “satır aralarını okuma” alışkanlığından kaynaklanıyor.
“Parlattığım” yada “bir aradan sonra bilgisayarı açanlarda bir beklenti yarattığım” doğrultusunda değerlendirmeleri hak etmedim.
Eğer belki mavi turdan söz etmişsem, yada kırmızı halıları anımsatmışsan, hepsi hasettendir hasetten. Hatta “aşı boyası” sözünü etmem ilk kez oldu.
Yani onun (Feryal) yeni boyanmış yürüme yolu uzantısındaki “eklentisini” balkon olarak algılayacağını hiç düşünmemiştim.
Meğer bir de felsefe balkonda yapılırmış. Balkon ortamı köşe bucak bir bir evin tüm diğer mekânlarına aykırı, özgürlüğü simgeleyen tek yeriymiş ve zaten özgürlük de balkondan önünde uzanan ve sonsuz gibi görünen her şeye bakmakmış.

Bıraktım. Durmadım üzerinde ve ben işime bakıyorum. Aslında yüklenme durumunda olmadığım gibi, belki özür dileyen ben olmalıyım.
Felsefe illa da balkonda olurmuş üzerinde takmamalıyım. Herkes istediği yerde yapsın.
Ama bana engel çıkarmasınlar.
Boşanmış gibi, özensizce yazılmış uzun yazıları okuyun diye önünüze koyuyorum yazdıklarımı. Felsefe özgürlük değil miydi? Neden içini dışını o kadar didiklemem gerekiyor.
Bırakın anlamlar ve düşünceler uçuşsun.

Size henüz Gülnur Acar-Savran’dan söz etmedim değil mi?
Kendisi ile özgürlük bağlamında yazdığım iki siyasi yazının (“Emperyalizmin kılıcı: özgürlük” ve “Küba’da Özgürlük”) felsefe ile bağlamı üzerinde kafa yorarken tanıştım.
Sadece bunun için değil, ama bir AF aidiyetinin ne demek olduğu konusunda düşünceleri de çok katkı yaptı bana.
Şöyle açıklıyor bunu: Eğer, şimdi kapanmış 11. tez, vs. gibi dergi aidiyetleri ile yazdığım yazıları bugün olsa daha az toptancı ve daha eklektik bir tarzda yazardım.”
Burada ‘toptancı’dan kastı genellemeci; yani siyasetin siyah-beyaz mantığı içinde bağlanmış; öte yenden eklektik kastı ise siyasetin bildik doğrularına bağlı kalmama anlaşılıyor.
Toptancı tutum, siyasetçiye, eklektik tutum ise bilim adamına özgü tavır.
Bu notu düştükten sonra, Acar-Savran’ın Felsefe hocası olduğunu, sivil toplum ve ötesi (1987), kadının görünmeyen emeği (1992) ve diyalektik bir feminizm için (2004) adlı eserleri olduğunu ilave edeyim. Ayrıca felsefe kariyerini sivil toplum, emek, diyalektik ve feminizm bağlamında siyasi tutum ile sürdürdüğünün de altını çiziyorum.

Acar-Savran, önceki dönemlerde dergilerde çıkan yazılarını Özne-Yapı Gerilimi adlı kitapta toplamış (Kanat Yay. Haz. 2006) Özne: işçi sınıfı.
Yapı; yapısalcılar ve post yapısalcıların sözünü ettiği şey; her ne ise. Dikkati çeken, Acar-Savran’ın bu söylem ile sanki Marksizm ile Yapısalcılar arasında orta yerde durduğu anlaşılıyor.
Ama eğer bana sorarsanız, onun bütün derdi feminizm. Ama feminizmi salt kuramsal (teorik-felsefe) bağlamında ele almak istemiyor.
Buna özneyi, yani işçiyi yani emeği yani kadın emeğini katarak ayakları ile yere basmak istiyor. Şimdi devam ediyorum; feminizmin kuramsal ve pratik yönünü tekrar ele almadan önce. Yazılarını yeniden derleyip kitap haline getirirken, bir gidip-gelme yaşamış olduğu görülüyor.
Örneğin, bazı eklektik (sonradan geliştirilmiş) kavramlar zamanla unutulup gitmiş. Burada sorun kavramların kendisinde değil, ama onların sahiplenilmeyişinde. Öyle olunca da pratik anlamı kalmıyor; kısacası kavramlar pratiğe geçmedikçe kıymeti harbiyesi kalmıyor.

Şöyle diyor Acar-Savran: bunlara sahip çıkanlara saygı duysam da, kullanmayı yeğlemem.
” Gidip gelmeleri de bu zaten: aidiyet içinde toptancı, ama kendinde olduğunda daha özenli ve eklektik.
Yine de Gramsci için reformist demeyi sürdürüyorum diyor. Bu çok ilginç: felsefede bu kavramın karşılığı yenilikçi. Reformist tümüyle siyasi bir bakış. Ama bundan yüksünmüyor.

Devam ediyorum.

Kitabının adını yineliyorum: Özne ve Yapı. İşçi ve emek kavramları birbirlerinin yerine kullanılsa da tümüyle farklı şeyler. Emek deyişi, hayatı yaratan bir kavrama yapılan atıf.
Ama özne, yani işçi sözü ise bu emeği yaratan somut bir gerçeklik.
İkisi arasında soyut ve somut ilişkisi var. Tabii bir de işçi ile siyasi bağlam çağrıştırılıyor.
Kitabın amacı diye devam ediyor ve şunları ekliyor: Marksizm’in bir yapısal sorununu, bir iç gerilimini konu etmesi yatıyor: yapı-özne, nesnel-öznel, belirlenimcilik-iradecilik, varlık (madde: ben ekledim)-bilinç gibi ikiliklerle ifade edilecek olan bu gerilim bugün Marksizm dahil, eleştirel toplum kuramlarının gündeminde önemini korumaya devam ediyor.
Bu konu üzerinde, yani felsefenin bağlamı konusunda uzun uzadıya durmamız gerekiyor.
Felsefe çalışmalarımızı hayatın Acar-Savran’ın sözünü ettiği ikilem içinde ele almamız kaçınılmaz görünüyor.
Eklektik olmalı, ama aynı zamanda toptancı sayılsa bile onun pratik bağlamını göz ardı edilmemeli. Özgürlüğün iradecilik-voluntarism yanını ele alır ve kişi özgürlüğünü enine boyuna incelerken, aynı zamanda bunun karşısında determinist bakış açılarının olduğunu, yani özgürlüğün olmadığını, olamayacağını haykıranlara da kulak verilmeli.
Son olarak, yazının başlığına dönmek istiyorum.

Yine Acar-Savran’ın söylediklerine bir göz atıyorum: Son beş altı yıldır (2000’li yıllardan bu yana) feminist çalışmalarım sırasında öteden beri duyduğum bir rahatsızlık iyice pekişti: Marksizm’in feminizm ile anlamlı bir alışverişe girebilmesi, feminist teoriye yer açabilmesi için nesnelciliğinin, belirlenimciliğinin, maddeciliğin dozunu düşürmesi gerektiğini düşünüyorum.
Yazar feminizmin de benzer bir dönüşüm ile Marksizm’e yakınlaşması gerektiğini belirtiyor.
Bu buluşma çok önemli. Bir zamanlar tam tersi söyleniyordu: Sonradan kadın hareketinde yer alan kadınların pek çoğu, bu sol fraksiyonlarda yer alıyorlardı. Kadın örgütleri, yasal olmayan ana örgütlerin paravanası gibiydi.
Hiçbirisi, bir kadın politikası güdemiyordu. Kadınlar, gruplarının ideolojisine hapsolmuşlardı (Ş.Tekeli). Ama burada Ş. Tekeli’nin sözünü ettiği, Marksizm değil, ama kendilerini Marksist olarak değerlendiren Goşist hareketler.

Bir felsefe olarak Marksizm ile kendilerine Marksizm’i şiar edindiğini söyleyenlerin güttükleri siyaset arasında neredeyse hiçbir bağlantı yok; kendinden menkul “Marksizm” anlayışı dışında.
Acar-Savran’ın sözünü ettiği Marksizm de salt felsefe olarak Marksizm. Ama bir farkla – praksisist bir Marksizm. Yani sözde kalan değil, eyleme geçen bir felsefe.
Böyle bir eylemin çerçevesini Özne-Yapı Gerilimi adlı eserinde ele alıyor Yine Acar-Savran. Ayrıca bütün sivil toplum kuruluşlarının benzer tutum içinde praksisi benimsemeleri, yani dönüştürmek için düşünmek değil, ama eyleme geçmelerini söylüyor Acar-Savran.
Görüşmek üzere.