Dört Duvar Arasından Notlar

Perşembe, saat 11.30
İşte bir kez daha penceremin önündeyim. Bir kez daha önümde koyu gri asfaltı kucaklamış irili ufaklı yeşillileri örten her zamanki manzara var. Ama dışarı bakmaya öylesine gerek duyuyorum ki, yine bir öğlen vakti görüntüsü bana taptaze geliyor.
Bir kez daha burada kendimi tutsak hissediyorum. Değil dışarı çıkmak, pencereyi açıp kafamı uzatsam bile dışarıdan gelen gürültüler biraz daha odama kapanmaya itiyor beni. Dışarıda gelip geçenlerin her birinin kendine göre, ama çok önemsedikleri amaçları var. Oysa benim yok. Kendimi farklı görüyor ve uzak tutuyorum. Onlarınki bana boş geliyor. Onların koşuşturması beni itiyor. Bu yüzden duyduğum uğultular adeta beni boğuyor
Kent merkezleri evrimini sürdürüyor ve belki de gelinen bu aşamada tamamlanmış görünüyor. Şimdi kentler sanki robot gibi kurulu insanlar cenneti oldu. Bir tarafta böyle biteviye koşuşturanlar var. Diğer tarafta, benim gibi olanlar.  

Perşembe, saat 12.00
Dalgın biçimde bunları aklımdan geçirirken tekrar kendime geliyorum ve dışarıyı izlemeyi sürdürüyorum. . F. Kafka’yı anımsıyorum birden. İnsan bütün gün yaşamını dört duvar arasında geçirirse, bir mutasyona uğramaz mı G. Samsa gibi. Biraz önceki gündüz düşü gibi durum bunun tinsel bir karşılığı olsa gerek. Fiziksel karşılığı için biraz kafa patlatmak gerekiyor her halde.
Samsa için çelişkili durumları simgelediği söylenir. Yazar kendine özgür bir varoluştan etkilenmiştir hamam böceğine dönüştürdüğü Samsa tipinde. Aile ilişkilerinden bunalmış, sorumluluk üstlenmiş ve bunların altından kalkamadığı için mutasyona uğramış biri. Ama bana kalırsa, Kafka’nın kişiliğini belirleyen en önemli özelliği yansıtır Samsa: eksiklik. Ben de kapana kısılmış, hareketsiz kalmış ve kıpırdayamayan biri gibi hissettiğimden olsa gerek, Kafka’nın Değişim’inin başkişini anımsadım. Bu hareketsizlik bana sanki çaresizlik içinde oluşumun bir başka açıklaması yokmuş gibi. Çaresizliğin bana verdiği acılar dışa vurmuyor, içime atıyorum. O halde bunlar beni değiştirir ve dönüştürmez de ne yapar?
Süreç denen olgu; gündüz ve gece, kışın soğuğu ve yazın sıcağı, durgun ve tedirgin gün boyu ile biçimleniyor olsa gerek. Bu karşıt etkiler biteviye fiziksel değişimlere yol açıyorsa, olağan dışı yaşam biçimi de Kafka’nın başkişisi gibi harbiden fiziki dönüşüm olmasa bile, pek ala ruhsal dönüşümlere yol açabilir.
Kendimi günün yirmi dört saati kapalı ve kapatılmış algılıyorum. Dışarıdaki yaşam, gün, gece, rüzgâr ve güneş, benim dışında. Herkes bu çevre etkileri ile değişirken, beni dört duvar değişime karşı koruyor. Ben durağan ortamda donuk durumda herkes dışarıda devinim içinde.  
Ama işe yaramıyor. Bu tür karabasanlar, insana bir kez çöktü mü dağılmak bilmiyor.
Kafka hayatı boyunca kendisine hissettirilen eksik olma duygusunu hiç atamamış. Öyle ki, Dava'nın başkişisi Josef K. kurtuluşu ölümde buluyor. Kimilerine göre ölüm doğal bir süreç, kimileri için kaçınılmaz bir durum. Ama bunun kurtuluş olduğunu söylemek marazi bir hal. Kafka için normal olan da bu zaten.

Perşembe, saat 13.30
Dışarıya bakmayı sürdürüyorum. Biraz sonra, dışarıdan gelen gürültü bana orada heybetli görünümü ile bir binasının olduğunu söylüyor. Hayret; deminden beri orada ama hiç fark etmemişim.
Biraz sonra okul idaresinin anonsu ile kalkacaklar öğrenciler yerinden. Bugün tören yok sanırım. Ama olsun, fark etmez. Öğrencileri her zamanki telaş alıverecektir içlerine. Köşe başında fütursuzca uyuşturucu satan çete yerini alacak. İçlerinden öğrenci kılıklı, ablak suratlı ve sakalları uzamış sevimsiz birini görüyorum. Sevimli görünmek ve biçimsizliğini örtmek için olabildiğince çaba gösteriyor. Asıl satıcının koruyucusu olduğu belli. Satıcı tıpkı bir öğrenci gibi giyinmiş genç bir kız. Korucusunun gölgesinde fosur fosur sigarasını tüttürüyor. Mütemadi sigarasından nefes çekiyor ve elini yana indirmek yerine, sanki karşıda birine “al iç” der gibi öne uzatıyor. Park etmiş araçlarla çevrili kaldırımda bu ikramı görmeyen yok. Bir iki tanıdık sima geçiyor, sarılıyorlar. Bunu görünce içim sızlıyor. Yakınlık gösterenler genellikle kızlar. Lise çağında, yaşları 15 veya 16. Hepsi masum ve çocuksu. Ama akıllarında çılgınca bir iş yapmak var.
Bu arada polis arabası geçiyor. Satıcıları görmüyor. Görmemek mümkün değil. Polisin orda bulunması belki dostlar alışverişte görsün diye. Kim bilir, bu iki ölüm taciri kaç kişinin kanına girmiş, onların dünyasını karartmıştır. Polisin bu ihmali affedilmez.
Mizansen bununla da kalmıyor. Biraz sonra polis, ilerde tek başına yürüyen bir çocuğu çeviriyor, üst araması yapıyor. Yolun ortasında. Çocuk şaşkın ve gözleri korku dolu. Burası daha göz altı ve polisin "görev yaptığına" herkes şahit!

Perşembe, saat 19.30
Hava kararıyor. Hafiften bir yağmur başladı. Bu sene havalar soğuk. Olsun varsın. Zaten hava kararıyor. Dışarı çıkacak halim de yok. Her nasılsa odamı yeniden düzenlemek geldi aklıma. Çılgınlar gibi yaptım bunu. Sanki son günlerde pek moda cadı filmlerindeki gibi, sihirli değneği bir vuruşta bunu yapabileceğimi zannettim. Ama sonunda başardım. Şimdi camdan daha uzakta, sabahki durumdan yüz seksen derece ters tarafa bakıyorum. Önüm açıldı. Rahatladım.
Ama zihnim açık. Sanki masa,  koltuk, vs. çekmekle boşa geçen zamanımı değerlendirmek ister gibi işe yarar bir şeyler yapmak istiyorum. Bir taraftan da Kafka ile ilgili düşüncelerimi canlı tutmak için bir iki not alıyorum. Üzerinde düşünüp duruyorum. Kafka ölümü kurtuluş için tek yol olarak değerlendirmesi pek akla yatkın değil gibi geliyor bana. En azından ahlaki değil.
Bu iş belli ki, öğlenki mizansen, üzerinde enine boyuna çalışılmış bir süreci yansıtıyor. Sanki çok bildik, çok standart ve evrensel bir durum ile karşı karşıyayız. Aklıma M. Foucault-fuko geliyor. Ne diyordu Foucault: çağdaş toplumlarda, geleneksel yaşam biçimlerinin uzantısı niteliğinde ritüeller var- belki böyle dememiş, ama konu bağlamında bunu ben böyle özetliyorum. Bunlardan biri, sınav süreci. Sınavlar artık insan yaşamını onun var oluşunu, kimliğini ve yaşam tarzını derinden etkileyen süreçler durumuna dönüşüyor. Bu nedenle, toplumda herkesi etkiliyor. Adeta bir ayin gibi.
Hâkim çevreler sınav kurumunu önemsiyor, onu sistemlerinin bir parçası haline getiriyorlar. Kurallar dönem elden geçiyor. Bu durum, tüm ebeveynleri etkiliyor, heyecanlandırıyor. Tüm toplum sınav ile yatıyor, sınav ile kalkıyorlar. Artık kimse “çocukları at yarışına sokma” konusuna kafayı takmıyor. Bu kaçınılmaz bir zorunluluk oldu. Özgürlüğün gerçek sahibi olacak çocuklara bunu yaşama olanağı tanınmıyor. Özgürlükleri ellerinden alınıyor. Kimse farkına varmıyor, ama ayinleştirilmiş ritüele katılım adeta eksiksiz.
Yine de bütünleştirmeyi yapamıyorum. İlişkilendirmenin altından kalkamıyorum. Foucault’dan aklımda kalanlar benim için yeterli olmuyor. Yavaşça doğruluyorum ve Hapishane’nin ilgili sayfalarına göz gezdiriyorum.
Öylesine özlü aktarıyor ki; anlatımın sadeliği alabildiğine etkileyici. Okul kapısında yaşanan gerçeğe uyarlıyorum: Bir ayin düzenleniyor dışarıda. Hem de yüksek düzeyde bir ayin. Yani insanların, toplumların sırasıyla hayatları ve var oluşları bu ayine bağlı.
Dışarı çıkan öğrencilere bakıyorum. İçlerinde kız, erkek hiçbir falsosu, kusuru olan yok. Ama tümü bu ayinde kurban seçilmişler.
Tabi, hepsi değil, sadece bir kaçı. Kaçış duygusu yaşayan. Bir şeylere uzanmak isteyen. Belki benim gibi kapana kısılmış hissedenler. Belki de Kafka gibi kendini eksik görenler. Bunlar kurban adayları arasında.
Uyuşturucu piyasasının büyüklüğünü söylemeye gerek yok. İstatistikten artık gına geldi. Amerika’da silah ticareti ile birlikte, uyuşturucu işine bulaşmayan banka yok gibi bir söz duymuştum. Uydurma da olabilir. Ama gerçeğe daha yakın. Yine İngilizlerin dörtte birinin içici olduğu söylenmişti. Bu da doğru olmayabilir. Ama ayinler de böyle değil midir? Gizemli, kimsenin bilmediği, duymadığı mekân ve zamanlarda gerçekleştirilen gizemli ayinler. Gerçeğin ne olduğunu kim tam olarak bilebilir?
Tümüyle bir aracı niteliğinde. Bence sermaye birikiminin bir aracı. Uyuşturucuya alıştırılan genç varını yoğunu ortaya koyuyor; parayı uyuşturucuya yatırıyor. Oluşan muazzam fonlar, sermaye birikimine katkı sağlıyor.
Foucault’nun deyişi şu: ayinler, hiyerarşi teknikleri ile normalleştirici-ben buna insanı kalıplaştırıcı diyorum yaptırım tekniklerini birleştirmektedir. Yani her şey belirlenen, eni boyu çizilen standart bir ritüele göre.
Sadece kapı önlerinde gençler mi? Değil. Eli paraya değer bütün kesimlerde uyuşturucu elle tutulur bir tehdit; gerçek bir kalıplaştırma yöntemi.
Bunu okul çıkışı gençlerde görmek mümkün. Hepsi çok farklılar; yani benim gençliğime kıyasla. Ama tümü de birbirine benziyor. Kalıptan çıkmış. Tek başına olan hiç kimse yok gibi. Hepsi gruplar halinde. Grup normu ve davranışı edinen ve kelimenin tam anlamıyla sosyal kişilikler. Zaten bu sosyallik onları kalıplaşmaya itiyor. Yalnızlaşma ise bir kurtuluş gibi adeta. İlk kez yalnızlığımla hoşnutluk duyuyorum.

Perşembe, saat 22.30
Yoruldum. Hem fiziksel olarak, hem de bölük pörçük duygulardan yoruldum. Şimdi hepsi art arda dizilmiş ve son hızla kafamda dönüp duruyorlar.
Foucault Hapishane’yi yazmış, ama belki özgürlüğün karşıtı “kafesi” ilk dile getiren Kafka olmuş. Ya da bu denli etkili ve insan ve toplum bağlamında yazan o olmuş. Şato’da.
Tabii, düşündüğüm gibi çıktı. Kafka yaşamış ve görmüştü. Alıntıladığım yerden aynen aktarıyorum: Şato’nun başkişisi, salt kabul görmek için kafese girmeye rıza göstermişti. Çünkü özgürlük yanılsamaydı. Bunu anlamıştı. Herkes gibi koşullandırılarak, kalıba sokularak değil, ama en azından harbiden, kendi iradesini kullanarak girmiş kafese. Böylece ruhunu kurtarmış.
Yine de bu bir boyun eğme ve onursuzluk değil mi peki, başka ne yapmalıydı?
Bunun yanıtımı biliyorum galiba. 
Kafka’nın başkişileri olup bitenleri görür. Ama sadece onlar gerçeğin farkına varmıştır. Farkındalık, başkişileri mutsuz eder, o kadar. Farkında olmayanlar durumdan hoşnuttur. Ne farkına varma çabasındadırlar kafes içinde olduklarının, ne de özgürlüğü elde etmek için bir çaba gösterirler.
Kafka’nın tüm eserlerinde ana kişi Kafka’nın kendisidir. O hep eksik ve mutsuzdur. Eksikliğini bilmek için çaba gösterirken, mutluluk peşinde koşamaz. Kafka için bilmek yeterlidir zaten. Sonrası onu pek ilgilendirmez. Çünkü o salt kendisi ile ilgilidir!
Kafka mı, Foucault mu? Bir tercih yapamıyorum. Sanki bana Kafka imiş gibi geliyor, arkasından gitmeyi tercih edeceğim kişi olarak. Her türlü bencilliğine karşın! Çünkü Kafka şematik değil. İnsanı kendi hayal gücünü kullanmaya itiyor. Foucault da kendi tercihleri için bir açıklama arayışı peşinde. Bu bakımdan neredeyse Kafka ile özdeş. Ama didaktik oluşu onu gözümde sevimsiz kılıyor.
Hemen belirtmeliyim: her ikisinin de kendi ekseni çevresine dönmeleri kınanacak bir durum değil. Aksine, salt böyle olmaları bile onları büyük çoğunluktan ayrı ve önemli kılıyor.
Ama ben yine de Foucault’ya kulak veriyorum; çünkü Kafka’yı anlamak için, Foucault'yu bilmek gerek diye düşünüyorum: Çağdaş iktidar, çocuğu okul ile, hastayı hastane ile, askeri ordu ile, suçluyu hapishane ile kuşatarak bireyselleştirmiş, kaydetmiş, sayısal hale getirmiş ve egemen olmuştur. Her kişi bir yerde kayıtlı hale gelince, herkes denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaktır. Çağdaş iktidar büyük bir gözaltıdır. Özgürlük hayaldir.