Gündelik Hayat ve Felsefe

Etem Pişkin

Masanın başında, ellerini uzatmış dimdik duruyordu adam; çalışıp çalışmadığı belli olmaksızın. Karısı odaya girmiş, yanına yaklaşmıştı. Karısının izliyordu izlemesine. Ama kesinlikle bu yaptığının farkında olmaksızın.
- Ayhan, gel bir bak, bir tuhaflık var.
Adam Karısı’nın söylediklerinin duymadı bile.
. . .
“Kimi filozoflar var, yazarlar; kimileri ise yazamazlar."
“Hoppala, bu da ne demek şimdi? Çoğu filozoflar, ilk grupta yer alırmış. Eh, bu biraz elle tutulur bir görüş. Yazamayan filozof mu olurmuş... Okuryazar olmayan dervişler, ermiş insanlar olabilir. Galiba cahil filozoflar da yok değil.”
“Demek ki, Nietzsche’yi ikinci grup filozoflar içinde değerlendiriyor yazar. Bak sen! Ama biraz farklı bir biçimde. Plato ile birlikte. Yazabilen ama çok etkili yazabilen ve bu nedenle de sadece görüşleri ile değil, etkili kalemi ile de öne çıkan biri olarak. “Plato öylesine kurgu yapar ki, kendisine ait olan ve olmayanları ayırt etmek mümkün olmaz.”
 . . .
- Ayhan, sana söylüyorum!
"Trans” durumunda onu anlaması mümkün değildi. Ama karısı bunu hiç mi hiç kaale almazdı. Bunu artık yükünün artmasına karşılığı ödül gibi görürdü. Çocukların sorumluluğuna bir de kocası eklenmişti. Sabahtan akşama dek evdeydi çünkü. Sanki bir üçüncüsü dünyaya gelmişti onun için…
Başını kaldırdı. Karısı bu safer ona anlattıklarını hatırlar gibiydi. Biraz önce söylediklerini yineledi kocasına.
- Tamam, karıcım, n’oldu?
Yerinden kalktı. Karısının ardından tuvalete yöneldi. Bu arada onun sürekli endişe ile baktığını hissetti. “Eyvah dedi içinden, işkence başlıyor. Gel de uğraş işin yoksa!".
- N’oldu Aysel, bir şey mi var?
- Baksana, kıpkırmızı…
- Ne kırmızı?
- Bak işte!
Karısı adama biraz önce kalktığı içi kırmızı renkte sıvı dolu tuvalet taşını işaret ediyordu.
- Ayhan, benim böbreklerim iflas etmiş.
- Başlama yine Aysel hemen.
- İşte bak, başka ne olabilir ki?
Adam bir an düşündü, sonra nedenini sık yedikleri pancar olduğunu anladı. Bu yemeğe severdi. Kendisi uğraşırdı evde. Bu sırada her yer boyanırdı kızıla. Çok koyu bir renk kusardı pancar.
Karısına anlattı. Boyar maddesi çok etkiliydi. İkna olmadığını görünce, son çareye başvurdu:
- Aysel, git başımdan!
. . .
“Nietzsche’nin felsefesi anlaşılmaz değil. Ama bunu yaparken, karşınıza çıkan parlak vecizeler ve taşlamalar, metaforlar; göz alıcı polemikler biteviye uzayıp giden anlatım tarzı arayışları engelini aşmak zorundasınız. Onu sadece okumakla felsefe dünyasını anlamak mümkün olmaz. Biraz zahmetle, biraz da onun sizi tutkulu açılımlara zorladığınızı gördüğünüzde buna katlanmanız gerekir. Zaten bu nedenledir ki, insanların zihinsel randımanını sonuna kadar zorlayan bu tarzı hala daha onu okunmaya değer yapmaktadır. ”
“Demek ki, Nietzsche sıkı biri! İyi de, eğer bu doğruysa işimiz var demek. Şimdi bir de otur bilmece çöz, yetmemiş gibi. Zaten o kadar söyledik, özgürlük bir felsefe ile ilgili olmaktan çok politikayı ilgilendiren bir kavram. Hem de yakası açılmadık bir biçimde. Öyle ki, insanların, kitlelerin, milyonların gözünün içine baka baka sürdürülen yalan dolan politikanın. Adamların bu işi bilmediği belli.”
. . .
Birden içeriden gelen ses geldi! İlk önce tok, ardından bir çalkalanma ve sonra hafif bir patlama sesi. İrkilmesi endişe ettiğinden değildi. Ama bu tevekkül durumunda apansız olmuştu sesi algılaması. Karısı seramik sabunluğu yeri düşürmüştü, tuz buz olmuştu.
- Aysel, mutlaka benim yüzümden olmuştur!
Karısı sesini çıkarmadı. Elbette ki onun bir suçu yoktu. Ama heyhat, karısı buna yanıt vermemişti. En küçük bir kusuru bile kabul edemezdi. Sanki lafın altında kalmama telaşı ile bir bahane bulmaya çabalardı.
Nitekim çok geçmedi. Demir enginarları soyarken yakalanmıştı, Adamın sataşmasına. Şimdi kocasına yanıt verebilirdi:
- Zaten kapağı bozuktu, tutmuyordu, dedi.
- Hah, işte, sana söylemiştim, Aysel.
- Evet, öyle. Sıkışmıyo ve açık kalıyodu. O yüzden elimden kaydı.
- Söylemiştim sana karıcım, kabahat bende diye.
. . .
“My Conception of freedom”
Durakladı; bu dümdüz, adeta bir sözlük gibi yazılmış, Türkçeye Putların Alacakaranlığı diye çevrilen eserinden yazarın özgürlük ile ilgili görüşlerini anlamaya çalıştı. Hiçbir şey anlamadı. Ona sıradan gelen bir tümcelerin ardından aradığını buldu. Belki da tam da Nietzsche’ye yakışan bir söylem: Özgür insan savaşçıdır.
Durdu, düşündü. Sanki bu önlü, sadece proletarya devrimcidir; sadece o zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok sözünün felsefedeki karşılığıydı.
Ama yine de burada bir terslik var gibiydi: Özgürlük uğruna savaşılan bir ideal değil mi? Özgür bir insan bu idealini gerçekleştirmişse, o zaman neden özgürlük için savaşsın ki?
“Ama yine de bu tanımlama, onun özgülükten söz ederken, bir şeyin değerini belirleyen, ondan sağlanacak kazanç ile değil, onu elde etme maliyetidir sözüne uyuyor” diye düşündü. İnsan bir şeyi elde etmek için savaşmalıdır. Özgürlük de budur.
Nietzsche’de özgürlük ile ilgili bir değerlendirme bulmuştu, ama bundan pek hoşlanmadı. Nedense, elinin altındaki kaynaklarda, özgürlük gibi bir takım kavramlar al alta, sanki tablolaştırılmış teknik tanımlamalar gibi sıralanmıştı ve bunu garip buldu. En iyisi, H. Marcuse'ye göz atmak, diye düşündü.
. . .
- Aysel, ömrünün yarısı öteberi aramakla geçecek!
- Öyle olsa iyi. Bütün ömrüm bir şeyler aramakla geçti.
Aradığı çorabını geniş koltuğun diplerinde buldu. Yaşından beklenmeyen bir çeviklikle ayağa kalktı ve her zaman soğuk ayaklarına geçirdi.
Bundan hiç endişe duymadı. Çünkü karısının bu hallerine artık alışmış, hatta dahası hoşlanmaya da başlamıştı. Artık Aysel dendiğinde kafasında sadece son günlerde ağrılara boğulsa da süzülen ve iyice zarif görünen karısı, onun gözünde kendine özgü nitelikleri olan biriydi.
Geçenlerde, geç bile kaldıkları hasta ziyareti için çoluk çocuk hep birlikte yola çıkmışlar, bir süre yol aldıktan sonra, her nasılsa, telefon, ruhsat gibi unutulmuş bir gerekli eşya olup olmadığını zihninden geçirirken, karısına, telefonunu sormuştu.
- Telefon değil, ama...
- Peki, ne Aysel?
- Ocağın altı…
- Ne olmuş ocağın altına?
- Yani çevirdim de, acaba tam kapandı mı diye merak ediyorum. Kontrol edip etmediğimi tam bilemiyorum şimdi.
Hiç telaş etmemiş ve tepki göstermemişti. İlk fırsatta geri döndü. Işıkların ortasında kalmıştı. Zor durumdaydı. Birine iyilik yapayım derken, ışıkları arkasında bırakmış, şimdi hep yoğun olan kent trafiğinde acemi muamelesi görmemek için ikide bir eğilim ışıkları kollar olmuştu. Kapının önüne geldiler.
- Hadi Altan…
- Tamaam, anne.
- Bak, sıfıra getireceksin!
- Evet, tabii oğlum, annenin sözünü dinle. Bak böyle çevireceksin.
Oğluna ocağın altını nasıl kapatacağını tarif etti adam şaka yollu.
. . .
“Bugün tarihe karşı olan ve ona ters düşen bireycilik, servet üretimi her gün biraz daha toplumsallaştığı halde, servetin özel mülkiyet haline oluşu biçiminde görünen bireyciliktir"
Gramsci’nin bu sözü özgürlük üzerine değildi. Ama “İdeolojiden” “Kuşkuculuğa”, “Kant’ın Numen’inden” “İlerleme ve Oluş” gibi çok çeşitli başlıklara karşın, özgürlük üzerine Felsefe ve Politika Sorunları adlı eserinde özgürlüğe en yakın “Birey” başlığı altında bunları anlatıyordu. Bu söylemin de tanıdık olduğunu fark etti. Gramsci gibi, tüm felsefe yazılarında siyaseti işleyen, siyasi yazılarını da felsefe tadında yazan bir başka yazar olmamasına karşın, özgürlük her iki sınıflama içinde de yer almıyordu.
“Bir kez daha haklı çıkıyorum” diye düşündü. Gramsci’de felsefe ve siyasetin alası olur, ama bireye ilişkin değerlendirmede bile, bireyi tek olarak almaz; onu kurumlaştırarak neredeye kötülüklerin anası haline getirir. Çünkü Özgürleştirilmiş olan birey onun için en tehlikeli saldırıya, Kilise’nin kendisini kuşatmasına açık hale gelir. Yani vay özgürlük isteyenin haline.
“Katoliklerin bireycilikten yakınmaya hiç hakkı olmamalı. Çünkü onlar mülkiyetten başka kimseye siyasal kişilik tanımamışlardır.”
“Ne kadar da doğru! Eskiden İngiltere’de bırakın kadınları, sadece mülk sahiplerinin oy hakkı vardı. Uzunca bir dönem İngiliz işçi sınıfı hareketi bırakın kadınları, kendileri için salt oy hakkı için mücadele etmek zorunda kaldı.”
Yine de Gramsci’nin birey ve mülkiyet ilişkisinde bu olmazsa olmaz birlikteliğin doğal olduğunu gösteren bir değerlendirme yaptığı ortadaydı. Çünkü şöyle bitiriyordu sözlerini: “Maddi güçlerin ele geçirilmesi, kişilik kazanmanın en önemli yoludur.” Burada kişilik ile asık kastettiği, tamı tamına özgürlük.
. . .
- Ne? dedi adam; hırkasını kollarına takmış, başına geçirmeden önce, bunu yapmakta üşenir gibi duran karısına bakarak.
Karısı yanıt vermedi düşünmeye devam etti. Kocası, bu sefer başını sallayarak ondan bir yanıt beklediğini işaret etti.
- Vakit geç oldu, dedi karısı.
Adam karısının niyetini anladı. Yine tembellik ediyordu. Bugün arkadaşı gelecekti. Tenis oynayacaklar, muhtemelen arkadaşı yemeğe kalacaktı. Karısının bu durumda ona “dünden kalanlarla idare etme” teklifi yapamayacağı için mutfağa girmesi gereken bir gündü. Adam cimriydi ve karısının bu kaçamaklarını hemen kabul ederdi.
Adam bunu bildiği ve bu yüzden de ona bu ihmalinin yüzüne vurmak için gün bir hayli ilerlediği halde uyandırmamıştı. Belki de, bütün gece karısının gözüne uyku girmemiş, yataktan çıkılacak bir zamanda derin bir uykuya dalmıştı.
- Bak şimdi yürümeye gidersem, kahvaltı geç kalır…
- Olsun, dedi adam.
Ona ders vermeye kararlıydı.
- Dışarısı da yağışlı, diye bir deneme daha yaptı karısı.
- Yerler ıslandı sadece ve geçti. Şimdi tertemiz hava var dışarıda.
- Ama…
- Hadi bakalım, Aysel; işine!
. . .
Heidegger’i karıştırmaya başladı. Oldum olası sevmezdi bu filozofu. Sanki filozof için “insanın özü” tanımlaması yapılırsa, buna en son uyacak Heidegger’di. 1933’lerde Nazi partisi üyesi olmuş ve bu üyeliğini sonuna kadar korumuştu. Bir insan hem Nazi olur, hem de nasıl filozof olarak bilinir? Bunu anlamak mümkün değildi. Daha önce de, çok farklı olduğu söylenen bu yazarın ön önemli kitabını karıştırmıştı epeyce. Adım başı “Dasein-oluş” sözünden geçilmiyordu kitabın sayfalarında.
“İnsanlar mesafeliliğin çekiciliğine karşı dayanıksızdır”
“Özgürlük ile bağlantılı önemli bir tespit. Kimi insan ancak kendini, yine Heidegger’in deyişi ile the Man-öteki ile karşıt, yani ondan uzak duruşu ile tanımlayabilirdi. Ne kadar uzak durursa Öteki’den, o kadar “kendinde” olan bir kişi olurdu insan. Bunu felsefe ile aşına olduğunu düşündüğümüz, belki de Heidegger okumuş Batılı insanlarda sık görmek boşuna olmasa gerek. Tek başına, oturup kalkmasını bilen, işini bilen, Öteki’nden ayrık, somurtuk insan tipi tipik bir Batılı insan değil midir? Heidegger çevresini iyi gözlemlemiş olmalı. Bunu Doğulu anlayışa tercüme ettiğimizde, yalnız insan ile karşı karşıya gelmez miyiz?”
. . .
- Kahvaltı hazır mı Ayhan?
Karısı yürüyüşten dönmüştü. Oysa adam karısının çıkarken bıraktığı yerde durup duruyor gibiydi.
- Niye kahvaltıyı hazırlamadın, açlıktan öldüm!
İnsaf ya! İyi ki sabah yürüyüşü için onu zorladım. Bana ödül vereceğine cezalandırmak istiyor.
- Aysel, görüyorsun ki, öykü çalışıyorum! İki gün sonra teslim etmem gerek!
Karısı, geç bunları geç anlamında el kol hareketi yaparak kocasını dalgaya alırdı, öykü lafını duyduğu her seferinde. Haksız da sayılmazdı. Gerçi bir kitap ölçeğinde öyküsü vardı, ama bir satırını bile karısına okutamamış veya dinletememişti. Öykü sözünü açtığına pişman olmuştu. Ama başka bahanesi de yoktu ki!
. . .
“Sonunda baştan aşağı özgürlükten söz eden birini biliyorum” diye düşündü adam; içinden kıs kıs gülerken! “Al bakalım sana Marcuse”, diyecekti arkadaşlarına. “Özgürlüğün, 68 hareketinin, bireyin, boyutların ustası, lideri Marcuse.”
Nasıl da böyle düşünürlerdi, özgürlük hakkında nasıl bu denli ısrarcı olurlardı, bilemezdi. Marcuse’nin anlattıkları özgürlük değildi ki! Baştan aşağıya sokak hareketlerinde gençliğin dinamizmini olumlu yöne çevirecek tüm etkileri boşa çıkartacak söylemlerle doluydu kitabı. Onunki, gençliğe özgürlük vaadi değil, ama Sovyet despotizmi ise üzerinde, o zaman bunun için bir almaşık Amerikan despotizmini değil, ama doğru bildiği bir başka dünyayı önermeliydi
H. Marcuse’nin Tek Boyutlu İnsan kitabında adım başı Stalinist diktatorya üzerinde durulur. Bir bakarsın İnsanın üretim cihazına bağımlılığı, Marksist dilin otoriter bir biçimde Stalin diline, dönüşmesi ile sonuçlanır diyerek gençleri korkutmayı dener. Yine korku dağları yaratmak için özene bezene dil oyunları ile yaptığı örneklemeleri bulmak için sayfayı çevirmek yeterlidir.
Bu sefer daha ideolojik bir tutum takınır; “gerçeğin bir yarısı, öyle söylendiği gibi üretim ilişkileri ile üretim güçleri arasında bir patlamaya yol açacak bir çelişki yoktur; diğer yarısı da, devlet, parti, plan gibi boş şeylerin mutlaka ortadan kaldırılması gereklidir dediği görülür.” Bunları söylerken de, peki neden? Böyle olduğu onu hiç ilgilendirmez… Bütün söylenenler, tam bir karalama niteliğinde aktarılır.”
“Nasıl olur da, özgürlük peşinde olan 68 gençliği H. Marcuse’nin bu kitabını kendine bayrak yapar, anlaşılmaz. Ama onun özgeçmişine bakıldığında, sanki bu işler için biçilmiş kaftan niteliğinde bir deneyim sahibi olduğu görülür.”
"Nedense ben şimdi sadece soyadını hatırladığım bir Alman kökenli Amerikalıya benzetirim. Adamın soyadı Fray idi ve artık senli benli olduğumuz bir dönemde onun gerçek soyadının “Frei ” olabileceğini söylemiştim. Yani, uzun yıllar ailesi ABD’ye göç ettiğinde belki de tüm benliği ile birlikte kişiliğini de değiştirmişti.”
“O zaman Nietzsche’ye bakacak olursak, özgürlük için mülk sahibi olmak gerekiyordu ve Frei ailesi, bunu ancak Amerikan elit sınıfına katılmakla sağlayabilirdi. Ama bunun için, Fray adını alıp kimliğini gizlemesi gerekti. Gramsci’ye göre, mülk edinmesi ile kişinin bu aynı zamanda Kilise’ye boyun eğmesi gerekti. Haidegger'in buna ne dediğini anlamak hiç de zor değildi: Bir Alman olarak soyadını değiştirmesi aşağılık bir tutum olurdu. H. Marcuse ise, adı biraz Fransız koktuğu için adını değiştirmeyi gerek görmemiş olmalı.”
. . .
- Ayhan, acıkmadın mı hala?
Yerinden kalktı. Müthiş zamanlama, diye düşündü adam. Özgürlük adına bir felsefe yazısı istemişlerdi ondan. “Burada bırakırım” dediğe yerde onu kahvaltıya davet etmişti karısı.
Çağrısına uydu kahvaltıya oturdu.
- Yumurta pişirmedin mi Aysel?
- Doğru ya, sofraya koymayı unutmuştum.
Adam ellerini tabağın üzerinde hareket ettirirken, bir taraftan da “iyek.. iyek…” diye ses çıkarmaya başladı. Karısı anladı:
- Çatal istiyosun demek?
- Çatal da istiyorum, reçel de. Reçel olmadan seni bile yesem doymam Aysel, bilirsin; şöyle bir kasecik kadar koy bakiim.
- Pardon, tamam… getiriyorum.
“Oh be, nihayet kahvaltıya başlıyoruz. Şaka maka saat bire geliyor!” diye düşündü adam, içini çekerek.